Kayıtlar

Aralık, 2010 tarihine ait yayınlar gösteriliyor

Arsızlara karşı savunma silahı geliştirdim!

Tepkinizi kolay kolay gösteremiyor musunuz? Karşınızdaki insanlara sık sık sinir mi oluyorsunuz? Bazen kendinizi, yeterli kuvveti bulsanız karşınızdaki insana dalıverecek gibi mi hissediyorsunuz? Siz ne kadar mülayim olursanız, arsızlar o derece tepenize mi çıkıyor? Cevabınız “evet” ise doğru yerdesiniz! Ben de fark ettim, şu -fiziksel müdahalesi olmasa da öldürme kapasitesine sahip televizyon reklamları- gibi oldu. Ama ben ara sıra böyle hissediyorum ve böyle hisseden birçok insan tanıyorum. Böyle durumlarda içime attığım için ve yaradılış itibariyle de sağa sola dalacak, hatta değil dalmak kötü bir kelime edecek bir insan olmadığım için ruhumu koruma adına oto-tepki geliştirdim. Bu tarz fenalık durumlarda kendi kendime saç-baş yolma aşamasının eşiğinden döndükten sonra bir çare bulmam gerektiğini anladım. Sinsi insanın sinsiliğini önceden tahmin etmek zor… Hamlesini beklemek zorundasın. Hamle gelince de her zaman laf gediğine yerleştirilemiyor. Ya da uğraşmaya bile

Erkek soyu tehlikede!

Eskiden “adamlar” vardı. Çok dedikoducu diye etiketlenen “kızlar” destursuz konuştuklarında devreye girerlerdi. Zaten çoğu insanın önyargıyla hareket ettiği dönemlerde en azından frene basan birilerinin olması sevindiriciydi. Fark edildiği üzere –di’li geçmiş zaman ekiyle kurmak zorundayım cümlelerimi… Bir ortamda aklımdan geçeni düşünmeden kustuğumda, biri hakkında sonradan değişebilecek bir görüş sunduğumda “ya dur bakalım belki de öyle değildir” derlerdi. Onlar genelde haklı çıkardı. Aklı başa getirirlerdi. Sırf benim için değil, herkes için bir önyargı durdurma sistemiydi. Ama çağımızın hastalığı bu sanırım. Erkek soyu tehlikede! “Metroseksüel olmayalım, delikanlıyız!” havalarına girileceğine “önce bir ağzımızı tutalım” demeyi ilke edinebilseler keşke… Bir arkadaş grubunda erkekler herkesten önce başlıyorlar dedikoduya. Hem de ne vicdanla! Doğru mu? yanlış mı? diye düşünmeden geyiklerine malzeme etmek için her şeyi kurban edebiliyorlar. Sonra ağızdan ağza dolaşan bu sığ f

Çok yeni başlıklar

Ortadaki fincanı alınca zengin olacağına inanan zihniyet, ortadaki tuvalet kabinini kullanınca ne düşünüyor bunu gerçekten öğrenmek istedim bugün. Hayır yani biliyim de… İş hayatı bisiklete binmek ya da yüzmek gibi bir şeymiş. Her şeyi unuttum diye düşünürken yeniden başlayınca bir bir aklına geliyor bütün görüp geçirdiklerin. Unutulmuyormuş. Sadece iş bilgilerin değil, bugüne kadar tecrübe ettiğin her şeyin yararı dokunuyor. İnsanları bir fanustaymışlar gibi izlerken “ben bu filmi daha önce de görmüştüm!” diyebilmek bile muhteşem. Tabi farklı bir ortama girmek güzel ama incelenecek o kadar çok şey varken kaşına gözüne sahip çıkmak lazım. Şaşkın şaşkın bakarken benim gibi yakalanmayınız. Ama çalışmak… Çalışmaktan sırtına ağrılar girmesi… O ağrıları bir nebze olsun dindirebilmek için garip hareketlere başvurup kendi çapında jimnastik şampiyonu triplerine girmen… Akşam yastığa başını koyunca düşünecek bir şey bulamadan uyuyakalmak vs ne güzel şeydir! Veee unutmadan Asık Suratlı Servis Şo

Özlenensin...

Dünya üzerinden bir duygunun kaldırılması için imza verme hakkım olsa, oyumu "özlemekten" yana kullanırdım. Özlem ne acımasız bir şeydir öyle… İnsanın, ruhuna yapacağı en büyük eziyetlerden biri…. Üstelik kendi kendini de besliyor. Kalbin midir o kadar özleyen, beynin midir o oyunları yapan sana? Bilmiyorum… Daha 6 yaşımdayken çok sevdiğim birini kaybedince tanıştık kendisiyle… Bana çok benzeyen, çok benden olan birini çalmıştı hayat. O yaşımda Beatles’dan “yesterday”i dinleyip ağlıyordum. O'nun evinde dinlemiştim o şarkıyı en son. Sözlerini çok sonra anladım. Ne de güzelmiş… Sonradan çok fazla insanı özlemedim ama özlediğim insanları gerçekten çok özledim. Birini kaybetmenin verdiği üzüntüyle hem hırçınlaşıp hem dokunsalar ağlayacak hale geliyor insan. Hem çok kızıyor, hem daha çok seviyor kolları boş kalınca… İnsan kendine en çok “neden ki?” diye soruyor. Neden gitti, neden bitti, neden böyle oldu. Hep anlamayan özlüyor bence. Anlayamayan bütün bu soruları…

Çok genel bir konu kendisi...

Bir kadınla bir erkeğin beyinlerinin ne kadar farklı çalıştığını anlamak için, cinslerin sohbet konularına baksak tatmin oluruz. Sadece, geçenlerde okuduğum iki kitaba bakarak naçizane bir analiz yapabilirim. Şöyle ki… Bir Osmanlı cariyesi olan Safiye Sultan hakkındaki kitap 3 koca ciltten oluşup içinde aşk, intikam, hırs, dedikodu, eğlence, yalan ihtiva ederken; Osmanlı İmparatorluğu’nun 10. Padişahı, nam-ı diğer Muhteşem Süleyman, İslam halifesi, Kanuni Sultan Süleyman’ı konu alan kitap 400 sayfada özetlenmiş. Ayrıca içinde sadece savaş var! İşte erkek ve kadın bu yüzden farklı dili konuşuyor. İki erkek bir araya geldiğinde bir adres karmaşası için bile -yarım saat- harcayıp, tartışıp, sonuca bağlayabilirken, iki kız aynı meselede anlaşamadığında “amaaaan her neresiyse…” der ve diğer bir konuya geçebilir. Aynı zamanda bu konu için harcayamadıkları -29 dakikayı- da bir sonraki konuya dahil edip tartışmaya başayabilirler. Konular genellikle ‘kur’umsaldır. Kızlar kafa

Anne...

Ayağının altında cennet var mıdır? Bilmiyorum… Ama ANNE “can”dır. Huzurdur. Şifadır. Herkesin annesi iyidir, ama herkesin annesi aynı şeyleri yapamaz nedense... Çünkü çoğu kadın doğurabilir ama çok az kadın anne olabilir. Anne olmak, her kadının harcı değildir!.. Gece uyuyamadığında, yanına gelip saçlarını okşayan annenin parmaklarının arasında uykucuklar dolaşır. “Ana”lık kokusu sinen parmaklarıyla, tırnaklarıyla saçlarını taradıkça uykun gelir. Yastık bile bir sevimli olur, az önceki mezar taşı kıvamından çıkar, sarılır sana, içine alır, gömülürsün istemsiz… Üşüyen ellerini minik avuçlarına alınca, sende buz parçası olsa dayanamaz karşısında… Erir hemencik. Çünkü sen erirsin hemencik. Onun o aceleci kavrayışları, ellerini azimle ovuşturması ısıtır zaten seni. Annenin tabağındaki yemek hep daha lezzetlidir. Senin yemeğin oynamaktan şekilsizleşir, soğur ama onun tabağı daima sanat eseri gibidir. Hep sıcaktır sanki efsunluymuş gibi… Yaptığı yemekte de imzası vardır. Şehrin e

En az hiçbir şey kadar her şey!

Gizlemeye hiç gerek yok. Vakti gelince eteklerimiz zil de çalıyor, taşlarını da döküyor… Bir bakışla atıyorsun zehrini. Mimiklerin bütün gerekeni yalansız yansıtıyor. Ya da gözyaşlarınla içinden sökülüp damlıyor. Öyle içten bir kahkaha oluyor ki bazen… Sen bile şaşırıyorsun kendine. “Vay be!” diyorsun. Bir kucak oluyor nadiren. Seni saran kollar uzak diyarlara taşıyor ruhunu. Huzura doyuyorsun. Güzel bir söz de oluyor ama şüphesiz inanabildiğin… Bir külah dondurma… Oluyor işte… Mutlu olmak değil sadece, gerektiği yere varıyor. Seni üzen, vicdan yoksunu kalbin kırılışını görmek… O da kabulümüzdür! Önünde yürüyen birinden gelen koku kimi zaman… Kimden geldiğini de anlayamazsın, pek dokunur ama kapatır yerini… Daha yere basmamış, pembe minik ayakcıkların altını öpmek , ya da bunun hayaliyle yanıp tutuşmak… Birbirine kenetlenmiş bir çift el… Zaman zaman “ben buradayım” der gibi daha da sıkı tutan. Herkes her zaman mutlu olmuyor hayatta. Ama “elbet” oluyor. Çok beyli

Normandiya Çıkarma'm

Sinemada telefon kapattıran zihniyet, sana sesleniyorum! Ağlamayı da yasaklayınız. Hışırtı ve burun çekme sesi, her acıklı filmde yakalarımızın kolasını aşındırmak zorunda mı? Ben izlediğim filmlerde pek ağlayamam. Konuya girişim de sert oldu ama tabi bu demek olmuyor ki, açılışı da böyle “demir gibi sert” yaptım… Aşk filmlerinde herkes ağlarken ben genelde sinir olurum. “Issız Adam”ı izledikten sonra mideme kramp girmişti sinirden. Duygusallaşıp ağlayan birkaç kızı da tartakladım, kendime engel olamayarak… “Babam ve Oğlum” biraz daha aile bağlarımı bızıkladığı için gözlerim doldu, fakat ağlamadım. Film bittikten yarım saat sonra biri bana sanırım sadece gülümsedi ve ağlamaya başladım. Neyse onun konumuzla alakası yok bence... Film anında tepkimi dile getiremesem de ben de taş yürekli değilim tabi! Dolaylı yollardan ağlıyorum gayet! Fakat dediğim gibi, sinemada ağlama kariyerim biraz olaylı başladı... Yıl 1998. Ben o zamanlar epeyce çocuğum. Ailecek, teyzeler ve benden 2