Kayıtlar

2013 tarihine ait yayınlar gösteriliyor

Siz de eksik mi hissediyorsunuz?

Allah, şu zor, yalan hayatta ayakta kalmamız için ailemizi ve dostlarımızı vermiş bence... Hatta bu konuda kızlara biraz kıyak geçip başka kimsenin benzerini yaşayamayacağı bir şey bahşetmiş. Bir kızın en iyi arkadaşı kız kardeşidir. Kız arkadaşlar da "kız kardeş" olabildikleri derecede değerlenir zaten. Çünkü bir insan kardeşe ne kadar yakınsa, o kadar güvenilir, o kadar iyi olur. Ben bu konuda çok şanslı bir insanım. Gerçek bir kız kardeşe sahibim. Çünkü karanlıktan korktuğum için her gece tuvalet kapısının önünde nöbet bekleyen; annem bağırdığında önüme atlayan; ağladığımı hisseden, bir bakışta anlayan; bebeklerini paylaşan; gerçekliğine ara sıra inandığım ve kafamı karıştıran oyunlar kuran; annemizin elbiselerini, ayakkabılarını giyip beni yaramazlıklarına dahil eden biri var hayatımda… Çünkü bana “zeytinin iyisi nasıl seçilir?" öğreten; boyumun yetmediği günlerde benim için buzdolabının üstünden kavrulmuş lokum aşıran; gıdıklayıp, koklayarak öpen; has

Babalar ve Kızları

Bir kızın, tüm hatalarıyla ve eksikleriyle kabul ettiği tek erkek ‘BABA’sıdır. Hep erkek arkadaşımızı, sevgilimizi değiştirmeye çalışsak da babamızı değiştirmeye çalışmayız. Farklı bir kabulleniş ve aşk vardır baba- kız arasında. En çekilmez huylarını bile sineye çekeriz. Söyleniriz, kızarız belki ama asla vazgeçmek geçmez aklımızdan. Zaten istense de vazgeçilmez babadan kolay kolay. Sanırım bu yüzden, babalarına âşık kızlar; hep ona benzeyen adamlar ararlar. Bazısı bulur, bazısı bulamaz o ayrı... Babaya duyulan ‘en temiz aşk’tır. O'nun bir "Aferin"ini duymak için hırsla çalışırsın hep. Bazen öyle bir duruma gelirsin ki; sevgisini, ilgisini canının içi kız kardeşinden bile kıskanırsın. Baba'nın onayladığı şeyde gönül o kadar rahattır ki! Yanılsan da sırtın yere gelmez. Baban yanındadır. Alnından öpünce, yanaktan bir makas alınca… Kısaca seni sevdiğini her gösterdiğinde kendinle gurur duyarsın. Baba kucağına yatınca, tüm kalp yaraları sarıl

Kahrolsun Bağzı Cadılar!

Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, pireler berber, develer tellâl iken ben anamın beşiğini tıngır mıngır sallar iken... Ormanların içinde dev, ihtişamlı kalenin bir prensesi varmış. Masallar kadar güzel olduğundan ancak masallarda yaşayabilecek bu prenses, kendini kötülüklerden korumak için hep farklı biri gibi gösterirmiş. Prenseslikten de sevimli olmaktan da hiç hoşlaşmadığı için genelde bu yönünü hep bastırmış. Olabildiğince saklamış. Kıvır kıvır volümlü saçları omuzlarında dalgalanırmış. Volüm o zamanlar da varmış tabi... İnsana huzur veren bir sesi varmış. Özellikle bazı insanlara... Canı yandı mı kralı gelse tanımazmış (babası dâhil tüm krallar) Dili o kadar kesin ve keskinmiş ki... Prensesle konuşmak bir dert, konuşmamak bin dertmiş. Sanki birden kızgın ateşe atılmış da içi hamur kalmış bir kurabiye gibi; dışı taşlaşmış, içi yumuşacık olan bu prenses hayal kırıklığına uğramaktan çok korkarmış. O kadar ki; bu uğurda hayal kurmamayı bile terc

Kanayan Yarama Parmak Basın!

Anneciğimin muhteşem mutfak becerisinden bir nebze genlerimde ihtiva ettiğimden biraz şanslıyım. Gözlemciliğimle bu yönümü geliştirdiğim için de -aldığım feedbacklere bakılırsa- biraz başarılıyım. Rahmetli anneannemin deyimiyle yemeklerim "yenmeyecek bir şey değil" (Artık iyi bir şey mi demek istedi, kötü bir şey mi varın siz düşünün) Gel gör ki; çorba yapamıyorum arkadaş! Haydi! Gelin birlikte bu çok önemli, kanayan yarama parmak basalım. Tamam. Çorbalarım lezzetli oluyor. Zaten dünyanın en kolay işi… Ama benim elimin ayarı yok. Ne zaman "bu sefer iki kişilik çorba yapacağım" desem sonum hüsran. İçimde bir yerlerde pusuda bekleyen Anadolu kadını, gadın anam, evlatları bol bol 'yisin' diye kıvranan teyzem hortluyor ve ben yine bir kazan dolusu çorbayla nihayete eriyorum. Bu uğurda 3 tencere değiştirmişliğim var. En küçük çelik tencerede başlayan serüven bir bakıyorum aşure kazanında son buluyor. O arada geçen süre old

Ben Ettim Siz Etmeyin!

Arkadaşlar ben ettim siz etmeyin, kendinize macera aramayın. Yılın belli dönemlerinde bende anlamsız bir “haydi görmediğimiz yerleri keşfedelim, bilmediğimiz yerlerde gezelim” krizi görülür. Bir önceki çalışmamda, tüm maceracı kimliğimle bilmediğim bir otobüse rastgele bindim. Yaklaşık bir saat sonra gecekondu mahallesinde arka kapıdan indim. Ön kapıya ilerleyip geldiğim otobüsün kalkmasını bekleyerek geri dönüşüm bir oldu haliyle… Neyse ben bu sefer bir fırsat sitesinde gezinirken “Amaaan Ortaköy, Bebek, Taksim… Hep bildiğimiz yerler olmasın, burnundan sümük akan o kara suratlı çocuğu ben de göreyim, birkaç yaşlı amcaya selam vereyim, şehrin dokusunu, ilginç kokusunu alayım dedim.” Tahmin edersiniz ki; gözünü çıkardım! Yenikapı’da bir otelin kahvaltı kampanyası varmış. “Haydi” dedim. Yenikapı’yı ve civarını hiç bilmiyorum bir gidip görelim. Fırsatı attım cebe, rezervasyonu da yaptırdık. Bindik sahilden otobüse… Benim adam, “bu durakta ineceğiz” deyince, bir he

"Sana o hakkı kim verdi dingil?"

Öyle bir dünyada yaşıyoruz ki; akşamları bir erkek elimizden tutmazsa rahat yürüyemiyoruz azizim. Üstelik bunun sebebi de başka bir erkek! Geçen akşam bazı şuursuzlarca biraz korkutulduğum için bugün babamın ya da kocamın ya da bir erkek arkadaşımın refakatiyle evime girmek ihtiyacı hissediyorum. Neden kadının hayatı bu kadar zor? Üstelik istisnasız herkesin -en kadınından- bir annesi varken! İt kopuk yüzünden bizim hayatımız neden kısıtlanmak zorunda? Neden bir erkek her istediği saatte sokakta dolaşabilirken, eğlence mekanlarında dolanabilirken ya da işten dönebilirken kadınlar aynı konfora sahip olamıyor? Ben neden evime giderken ya da karanlıkta yürürken devamlı başım önüme eğik, devamlı adım sayarak yürümek zorunda oluyorum ki? Bir hata mı yapmış oluyorum işten geç dönüyorum diye? Ya da arkadaşlarımla biraz sohbet ettim diye? Bu döngünün tek sevinilecek tarafı acı da olsa; bizi bakışıyla, gülüşüyle, sözleriyle ya da temaslarıyla rahatsız eden şuursuzların -olursa

Keyfiniz yerinde mi?

Bu yazıyı Rodriguez - La Cumparsita dinleyerek, keyifle yazıyorum. Çünkü geçen gün bir işkencecinin elinden yeni kurtulmuşçasına, hayat enerjisi sönük bir halde eve doğru yürürken duyduğum cılız bir cırcır böceği sesiyle irkildiğimde düşündüm ki; “keyifsiziz.” Bu şehir ya da yaşam ya da işler ya da her neyse bizi keyifsizliğe büyük bir kuvvetle teşvik ediyor; farkındayım. Ama biz de sisteme ne kadar bağımlıysak, bunu kırmak için hiçbir şey yapmıyoruz. Bütün bir iş yılı boyunca tatilin hayaliyle bekliyoruz ve sonra da o kısacık tatil beklentilerimizi karşılayamadığından yine keyifsiz bir şekilde yeniden çarkları döndürmeye başlıyoruz. İşe gitmekten, yemek pişirmekten, kahve içmekten, sohbet etmekten bile çoğu zaman keyif almıyoruz. Alışmış olduğumuz rutini gerçekleştiriyoruz. Sanki yapmak istediğimiz için değil de zaruriyetten yapıyormuşçasına keyifsiz yapıyoruz, yaşıyoruz. Bunu değiştirmek çok kolay… Sadece istemek yeterli… Keyif almak, kendini motive etmek, -e

Hesabına güvenen gelsin bakalım!

Şimdi size bilmediğiniz çok farklı şeyler anlatmayacağım. Yoo yoo! Keza öyle bir beklentiniz vardıysa üzülürüm. Ama bildiğinizden biraz farklı şekilde anlatacağım. Hepimizin en az bir kez hayatında yaşamak zorunda kaldığı ya da bıraktığı bir durumdan bahsetmeye çalışacağım. Aşkın karşılıklı olması gibi bir durum yok arkadaşlar kendimizi kandırmayalım. (Biraz ağır olmuş olabilir. Şimdi ağlamaya başlayanlar burada yazıyı bırakabilir. Metanetlileri birerli gruplar halinde alt satıra alabiliriz efenim fakat kaynak yapmayalım.) Neyse… Herkes bir şeyler hissediyor "kendi çapında". Biraz daha anlaşılır olması açısından şöyle ifade edeceğim; siz 1 birim hissederken, karşınızdaki insan aynı duyguyu 5 birim hissedebilir. Mevzu bahis kişinin duygu yoğunluğu karşısında, elinizdeki o 1 birim yetim boku gibi boynu bükük kalırsa da aşkınız “platonik aşk” olarak değerlendirilir. Birimler değişebilir. Birimler birbirine daha yakın olduğunda da biz

Siz Kibarlaştıramadıklarımızdan mısınız?

Müdürüm suratıma telefonu kapattı diye geri arayıp; bunu bir daha asla yapmaması gerektiğini söyleyerek telefonu suratına kapatıp; işten istifa etmişliğimi duyan herkes, nezaket konusunda takıntılı olduğumu biliyordur. Bilmeyen de şimdi duymuştur zaten. Hanımlar beyler azcık kibar olalım! Vallahi parayla değil! Tamam. Halden anlamayana aynı frekansta ayar vermek boynumuzun borcu ama siz önce bir olması gerekeni deneyin. Ben bunca zamandır bir zararını görmedim keza… Gerçi biz "seni kibarlığa davet ediyorum" dendiğinde "ben bilmediğim yerlere gelmem böhöhöhöy" ekolüyle büyümüş bir nesil olduğumuz için bu konuda biraz defoluyuz sanırım. Bunun en büyük kanıtı olarak da sizin "siz& biz" ilişkisiyle yaklaştığınız insanın birden enseye tokat kıvamına gelip "tatlım& böcüğüm" seviyesine düşmesi sayılabilir. Centilmenlik artık rafa kalktı hadi onu anladım da... Bari kapıyı kendim için var gücümle araladığımda önüme fırlayı

Ben neden mi böyle oldum?

Son zamanlarda, devamlı söylenen bir insan haline geldiğim için hayata ve etrafımdaki olaylara da söylenir oldum. Bir kısır döngünün içindeyim galiba. Bıcırdıyorum ama bir de bana sorun "neden?" diye. Çok net cevaplar veremem. Hatta size güvenmiyorsam, lafı gevelerim. O yüzden sormayabilirsiniz. Siz bilirsiniz. Neyse... Diyeceğim o ki; benimle uğraşacağı vakitte kariyerine, kendi hayatına odaklansaydı, şimdi CEO'luğunu kutlayıp, çocuklarına gıptayla bakacağım insanlar; bitmeyen sansasyonlarıyla benim gibi muhlis insanı bile çileden çıkardılar. Ayrıca hiçbir tersliğe ağzını açmadan "haa huu" deyip, otorite gözden kaybolunca ağlaşan insanlar yüzünden, ben söyleyeceklerimi kendime saklayamaz oldum. Bana gelip ağlaya ağlaya beni de şişirdiniz aga! Sonuç ne mi? Metrobüste, ofiste, evde, markette, gittiğim sinemada, restaurantta, sokakta, hatta affedersiniz tuvalette bile her tersliğe bıcırdayan, hep muhalefet yapan insan ben oldum. "Gıcık."

Bir şirket düşünün ki hem CEO hem temizlikçisiniz!

Böyle bir şirket olabilir mi? Evli insanların "Eveeeet!" dediğini duyar gibiyim. Evlilik konusunda henüz çok yeni olduğum için ahkam kesme niyetinde değilim. Ancak taze kan olduğumdan kelli, birçok şeye hala dışardan bakabiliyorum. Şimdi peşimden gelecekler için birkaç analiz paylaşmak isterim. Yıllardır devlet dairesi edasıyla "evlilik kurumu" deyip durmaları boşuna değilmiş arkadaş! Gerçekten bir kurum gibi işleyen sistem, en ufak aksaklıkta kaosa dönüşüyor. Çok programlı ama kendi doğal rutini kısa sürede oturuyor. Kurumun memuru da sırada bekleyen vatandaşı da siz olduğunuz için işi yapması da kasıyor yapmaması da. O yüzden paşa paşa herkes üzerine düşeni yapıyor. Yapılmadığında bıcırdamaların başlama olasılığı yüksek zira. "Dünya evi"ne girmek olarak nitelendirilmesinin, size "dünyanızın kaç bucak olduğunu"nun gösterileceğini düşündürebilir. Ama o kadar korkutucu değil gerçekten. Yani kısmen. Yani umarım. (Öyle değildir değil mi y

Paylaşalım efenim ;)

Çocukluğu boyunca her kendince "muhteşem" şeyi biriyle paylaşma ihtiyacı hisseden biriysen, yalnız değilsin! +1 yaz beni lütfen :) Daha el kadar bebeyken bile ablamı dürtükleyip gördüğüm onca muhteşem, şaşırtıcı şeyi -anında- paylaşmak isterdim. Büyüdükçe dürtüklemenin pis birşey olduğunu öğrendiğimden kelli o alışkanlığımdan vazgeçtim (darısı öğrenemeyenleri başına:) ) ama paylaşma ihtiyacım hiç bitmedi. Eğer böyle bir tabiata sahipsen, büyüdükçe gördüğün, yaşadığın o muhteşem, inanılmaz şeyler azalsa da yine de paylaşma güdüne engel olamıyorsun. Eğer hiçbir şey seni heyecanlandırıp mutlu etmiyorsa zaten yaşamıyorsun, sadece hayatta kalıyorsun. Ya da biraz daha kötüsü, o güzelliği paylaşacak kimsen yok! Çünkü o paylaşım ki; herkesle yapılmaz. Aynı frekansta olacağın, esprini, duygunu kavrayacak insanlar, bir elin parmaklarını geçmiyor çok yazık. Ve elde kalan parmakların sayısı da giderek azaldığından sanırım, artık sosyal mecralardan paylaşım yapıyoruz. Nerede olduğ

Sadece çok özlüyorsun işte...

Çok sevdiğiniz birini kaybettiğiniz ilk zamanlarda aslında çok üzüldüğünüzü zannediyorsunuz ama üzgünlükler zamanla çıkıyor bence. İlk şoku atlattıktan sonra alışma evresi en zor geçen... Bazen kulağına sesi geliyor. Sanki sana seslenmiş gibi irkiliyorsun. Dank ediyor kafana yokluğu. Çok özlüyorsun. Özlemin giderek artıyor en acısı da... Kabullenmen bile seni utandırıyor. Bu kadar çabuk hayata tekrar sarılman hiçbir şey yokmuş gibi yaşaman ayıp gibi geliyor. Ama insanoğlu böyle hayatta kalıyor işte. Her gidenin yerini bir şekilde doldurmaya programlı bir makine gibi yaşıyor. Kaybettiğin sanki hala yerinde gibi geliyor çoğu zaman. Beyninin mi kalbinin mi oyunu? Bilemiyorum. Ama bazen "n'apıyor yahu bir halini sorayım!" bile diyorsun. Daha düşünceni tamamlayamadan gerçek kor gibi dökülüyor içine. Yaşadığı evin merdivenlerinin kokusunu alınca sanki onu koklamış gibi oluyorsun, merdivenlere sarılasın geliyor. Her zaman ekmek aldığı pastaneyi görünce ekmek almaya g