Kayıtlar

Ekim, 2010 tarihine ait yayınlar gösteriliyor

Bir Durdurma Yazısı

Hayata bir “pause” tuşu eklenmesini istirham ediyorum. Böyle de kibarım. Suratımda da bu konularda en etkileyici, 7 numaralı bakışımla, (kaşlar düşük, ağız maksimum esnek fakat dişler kapalı, kafa 30 derece eğik) rica ediyorum. Bir faydası oluyor mu? Hayır! Çıkmadık candan ümit kesilmez telafisiyle kendimi yatıştırıyorum. Ama bu konuda yalnız olmadığımdan eminim. Şimdi şapkanızı önünüze koyun ve düşünün. Şapkası olmayanlar bir şey yapmak zorunda değil, bu adımı atlayabilirler. Diş fırçana uzandığında hani… Başkası tarafından kullanıldığından şüphelendiğinde, o an hayat senin için durmadı mı? Böylece senin hayatın 10 saniyelik bir kesintiye uğrarken, diğerleri için bir yerlerde devam etti ve sen geri kaldın! Cüzdanını koyduğun cebini karıştırdığın an, saliseler içinde kaynar sular tependen döküldü, kurudun üstüne bir de ter bastı, gözlerinde kurbağaları kıskandıracak bir bakış, ağız bir karış açık, oranı buranı bızıklarken, aradığın şeyi bulana kadar geçen minimum 10 saniy

Bilanço

Bugünün bilançosunu açıklıyorum: Kursa giderken yolda b.ka bastım, kurstan dönüşte ayakkabıma çivi battı, 3’e katlanan çiviyi güçlükle söktüm, şuan kemirdiğim elmaya şüpheli gözlerle bakıyorum bana her an kelek yapabilir. Elmadan henüz kurt çıkmadı, çivi de yüce güç tarafından esrarengiz bir şekilde yamulduğundan ayağı kutardım da, ilk şoku hala atlatamadım. Bakırköy yolu üzerine o “şey” nasıl bırakılmış bir anlam veremedim. Kedi- köpek olsa eşeler, üstünü kapatır, ayınınkini de hiç görmediğim için bir insan evladı tarafından oraya konulduğuna eminim! Ama “o yapıyı nasıl inşa ettin mübarek, ortalık yerde?” diye sormaktan da kendimi alamadım. Gerçi artık minibüs kullanmaktan da çekiniyorum. Televizyonda yayınlanan Ezel dizisinin etkisiyle şoförlere “dayı” demekten vazgeçen Türk erkekleri (çünkü artık “dayı”nın daha fazla prestiji var) değişik söylemler geliştirmişler. Minibüs kültürüme katkıda bulundukları için kendilerine teşekkürü bir borç bilirim. Fakat bugün duyduğum bir ka

Hesap Günü

“Ben kimsenin canını yakmadım... Onlar benim ateş olduğumu bile bile geldiler.” Bu sözü hem çok sevdim hem de çok düşündüm. Zamanında can yakan ve çok canı yanan bir insan olarak sorgulamaya başladım haliyle... Karma felsefesine saygı duymamı sağlayacak olaylara şahit oldum son zamanlarda. Öyle şeyler gördüm ki, zamanında üzülsem de yapmak zorunda olduğum şeyler için resmen diyet ödedim. Gerçi ben bu kadar adice yapmamıştım ama, hayatın mutlu günlerime uyguladığı faiz olarak düşünüp kabul ettim. Ağlama kapasitemi gördüm, kalp acısının gerçekten fiziksel bir acıya dönüşebildiğini anladım, çakılmakla düşmenin farkını hissettim çarpmanın etkisiyle, birçok şeyini ardı ardına kaybetmenin tadını öğrendim… Dünyaya nasıl yalnız geliyorsak, öldüğümüzde dört kolluya nasıl yalnız biniyorsak, düştüğümüzde de yalnız kalkmak gerektiğini tecrübe ettim. Gülümseme taklidinin ne kadar zor olduğunu öğrendim, ama zamanla inandırıcı olmayı başardım. Can yakmaktan nasıl köşe bucak kaçmam

Dullar

Bir Alman’la bir Türk… Böyle girdim ama Karadeniz fıkrası anlatmayacağım. Gayet trajikomik hatta yer yer dram tadında bir olayla sizleri de yüzleştireceğim müsadenizle. Kültür sanat perisi falan vardı da, tavuğuna “kıştt” dedim galiba. Bir karabasan dolanıyor çünkü tepemde farkındayım… Sinemaya gitmek istediğimde ya salonda yer kalmaz ya da Hollywood’un dev kadrosu bir araya gelse dünyanın en kötü filmini çekip çıkarlar, ben de ısrarla o filme giderim. Tamam, burada sorumlu ben olabilirim, iyi bir seçici değilim. Daha önceki birçok seçimimden de biliyorum ki her şeyin dibi koklanmadığı için anlayamıyorsun kelek midir? iyi midir? Ağzın bir kez burulacak, öyle anlayacaksın ne mal olduğunu bazı şeylerin… Ama her seferinde de sorumlu, benim başarısız tercihlerim olmuyor tabi. 1 ay önce, benden habersiz “benim için” alınan tiyatro biletinin varlığını içime sindirip dün Reşat Nuri Sahnesi’nin kapısına dayandım. Salonda yerlerimizi alınca hemen ense hizamızda bulunan, korkudan arkam

Sen hiç havladın mı?

Bu soru bir köpeğe değil. Muhatabım, yazıyı okuyabilen metabolizma. Sorarım sana: “Sen hiç havladın mı?” Teknoloji gelişti, tıp artık çok ilerledi, Ay’a bile çıkıldı… Ben de gelişim konusuna değişik bir açıdan yaklaştım herhalde, çünkü bu soruya cevabım “EVET!” Yazlıkta kuzenimin etrafını köpekler sarınca, aralarına dalıp köpeklerden bir tanesini tokatlayan bir anneannenin torunuyum ben! Ecdadımın izinden gittiğim ve şiddetten pek haz etmediğim için bana da böyle bir davranış yakışırdı. Gazetecilikte şöyle bir kural vardır: “bir köpek insanı ısırınca haber olmaz ama insan köpeği ısırırsa haber olur.” Peki insan köpeğe havlarsa ne olur? O zaman da komedi olur… Ergen gerisi evremde benim için önce kahkaha sonra utanç kaynağı olmuş, gün yüzü görmemiş bu konunun çok geç olmadan kamuoyuyla paylaşılmasından yanayım. Evet daha fazla heyecan yapmayacağım efenim konuya giriyorum, olay şöyle cereyan etti: Yıllaaaaaar önce (ayıbımı örtmek adına küçüklüğüme, "sığınma talebi" başvurusunda

Yaktın bizi Didim Rampası!

Az önce anneciğimi İzmir’e yolladığımdan sebep, içim pır pır. Böyle evin içinde kuyruğu yanık it gibi dolanırken aslında bu evde genelde bir yere gidenin ben olduğumu fark ettim. Gitmek çok daha kolaymış, kalıp beklemek zor… Hemen her konuda böyle zaten diye bir geyiğe gireceğim ama mevzu bahis de uzun yol olunca kendimi tır şoförü gibi hissetmemek adına kısa kesiyorum bu faslı. Efenim yolculuk gündemime oturmuşken yaşadığım anlarda o güne kadar tükettiğim bütün süt ve süt ürünlerini bilumum yerlerimden getiren bir olaydan bahsetmeden geçemeyeceğim. Bir yaz şeytan dürtükledi, tek başıma Bodrum’a tatile gitmeye karar verdim. Gözüm o kadar da kararmamış olsa gerek aynı anda teyzemin bir arkadaşında kalma kararı da aldım. Yine de ev kedisi gibi yaşayan insan için, gayet radikal bir karar aldığımın bilincinde yola çıktım. Gidiş yolu ümit dolu tabi ki, tatil heyecanıyla yanımda oturan hatta sığamadığından yer yer kucağıma kaçamak bakışlar atan teyzeciği bile beynime “sevimli imgel